Uygarlık

bilgipedi.com.tr sitesinden
Eski Mısır, uygarlık olarak kabul edilebilecek ilk kültürlerdendir.

Bir uygarlık kentsel gelişme, kültürel seçkin sınıf tarafından empoze edilen sosyal sınıflaşma, iletişimle ilgili sembolik sistemler ve doğal çevreden ayrı olma ve üzerinde hükmetme algısı ile karakterize edilen karmaşık yapıdaki toplumdur.

Uygarlıklar, merkezileşme, insanların ve diğer organizmaların evcilleşmesi, çalışma alanlarında özelleşme, kültürel olarak yerleşik kalkınma ve üstünlük ideolojileri, anıtsal mimari, vergilendirme, tarım ve genişlemeye toplumsal bağımlılık gibi sosyal, politik ve ekonomik özelliklerle ilişkilendirilir ve tanımlanır. Tarihsel olarak, uygarlık genellikle daha küçük ve sözde ilkel kültürlerin aksine, daha büyük ve "daha gelişmiş" bir kültür olarak anlaşılmıştır. Aynı şekilde bazı alimler uygarlığı çok kültürlü olması gerektiği özelliği ile tarif etmişlerdir. Bu geniş anlamda, bir uygarlık, göçebe pastoralist, Neolitik toplum veya avcı-toplayıcı kültürleri de dahil olmak üzere merkezileşmemiş kabile topluluklarıyla tezat oluşturur, ancak aynı zamanda kendi içinde bulunan kültürlerle de çelişir. Toplumun merkezileşmiş, kentselleşmiş ve sınıflandırılmış yapıya dönüşmesi sürecine ise uygarlaşmak denir. Uygarlıklar genellikle yoğun nüfuslu yerleşkeler halinde başta yönetici bir elit sınıfın olduğu ve yoğun tarım, madencilik, küçük çapta üretim ve ticaretle ilgilenen daha alt seviye statülerde kentsel ve kırsal popülasyonların bulunduğu hiyerarşik sosyal sınıflara ayrılırlar. Uygarlık, politik gücü odaklayıp, insan kontrolünü, diğer insanlar da dahil olmak üzere doğanın kalanına yayar.

Etimolojisinin de bahsettiği üzere kavram ilk başta kasaba ve şehirlerle ilgiliydi. Uygarlıkların tarihi açısından ilk ortaya çıkışları genelde Neolitik Devrimin son safhaları ile ilgilidir. Yönetici bir seçkin sınıfın ortaya çıkması ile ilişkilendirilen, göreceli olarak hızlı gelişen kentsel devrim ve devlet oluşumu süreçleri ile büyümüş bir politik gelişmedir.

Atina Akropolü: Atina yaygın olarak Batı medeniyetinin beşiği ve demokrasinin doğduğu yer olarak anılmaktadır.

Medeniyetler, merkezileşme, bitki ve hayvan türlerinin (insanlar dahil) evcilleştirilmesi, emeğin uzmanlaşması, kültürel olarak kökleşmiş ilerleme ideolojileri, anıtsal mimari, vergilendirme, toplumun tarıma bağımlılığı ve yayılmacılık gibi ek özelliklerle yakından ilişkilidir.

Kavramın tarihçesi

İngilizce civilization kelimesi 16. yüzyıl Fransızcası civilisé ("medeni"), Latince civilis ("medeni"), civis ("vatandaş") ve civitas ("şehir") kelimelerinden gelmektedir. Temel çalışma Norbert Elias'ın ortaçağ saray toplumundan Erken Modern döneme kadar toplumsal adetlerin izini süren The Civilizing Process (1939) adlı eseridir. Albert Schweitzer, The Philosophy of Civilization (1923) adlı eserinde biri tamamen maddi, diğeri maddi ve etik olmak üzere iki görüşün ana hatlarını çizer. Dünya krizinin insanlığın etik medeniyet fikrini kaybetmesinden kaynaklandığını söyleyen Schweitzer, "ilerleme, tüm ilerlemelerin ilerlemesi olarak bireylerin manevi mükemmelleşmesine yardımcı olduğu ölçüde, insanın her eylem alanında ve her bakış açısından kaydettiği tüm ilerlemelerin toplamıdır" demiştir.

"Medenilik" gibi ilgili kelimeler 16. yüzyılın ortalarında gelişmiştir. "Uygar durum" anlamına gelen soyut isim "civilization" ise 1760'larda yine Fransızcadan gelmiştir. Fransızca'da bilinen ilk kullanım 1757'de Mirabeau Markisi Victor de Riqueti'ye aittir ve İngilizce'deki ilk kullanım ise 1767'de yazdığı Essay on the History of Civil Society adlı eserinde "Sadece bireyler bebeklikten erkekliğe değil, türün kendisi de kabalıktan uygarlığa doğru ilerler" diyen Adam Ferguson'a atfedilir. Bu nedenle kelime, Aydınlanma Çağı'nın karakteristik özelliği olan aktif ilerleme arayışında barbarlığa veya kabalığa karşı çıkıyordu.

1700'lerin sonu ve 1800'lerin başında, Fransız Devrimi sırasında, "uygarlık" tekil olarak kullanıldı, asla çoğul olarak kullanılmadı ve bir bütün olarak insanlığın ilerlemesi anlamına geldi. Fransızca'da bu durum hala geçerlidir. Sayılabilir bir isim olarak "medeniyetler" 19. yüzyılda ara sıra kullanılmış, ancak 20. yüzyılın sonlarında çok daha yaygın hale gelmiş, bazen sadece kültür anlamına gelmiştir (kendisi köken olarak sayılamayan bir isimdir, etnografya bağlamında sayılabilir hale getirilmiştir). Ancak bu genelleştirilmiş anlamda bir "ortaçağ uygarlığı "ndan söz etmek mümkün hale gelmektedir ki Elias'ın kullandığı anlamda bu bir oksimoron olurdu.

Daha 18. yüzyılda bile medeniyet her zaman bir gelişme olarak görülmüyordu. Kültür ve medeniyet arasında tarihsel olarak önemli bir ayrım Rousseau'nun yazılarından, özellikle de eğitim hakkındaki eseri Emile'den gelmektedir. Burada, daha rasyonel ve sosyal olarak yönlendirilen medeniyet, insan doğasıyla tam olarak uyumlu değildir ve "insan bütünlüğü ancak orijinal bir söylemsel veya akıl öncesi doğal birliğin geri kazanılması veya ona yaklaşılması yoluyla elde edilebilir" (bkz. asil vahşi). Buradan hareketle, özellikle Almanya'da, önce Johann Gottfried Herder ve daha sonra Kierkegaard ve Nietzsche gibi filozoflar tarafından yeni bir yaklaşım geliştirilmiştir. Bu yaklaşım, kültürleri "bilinçli, rasyonel, kasıtlı eylemler" ile değil, bir tür rasyonellik öncesi "halk ruhu" ile tanımlanan doğal organizmalar olarak görür. Buna karşılık medeniyet, daha rasyonel ve maddi ilerlemede daha başarılı olsa da, doğal değildir ve kurnazlık, ikiyüzlülük, kıskançlık ve açgözlülük gibi "sosyal yaşamın ahlaksızlıklarına" yol açar. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'dan kaçan Leo Strauss, New York'ta Nazizm'in, Alman militarizminin ve nihilizminin arkasında bu medeniyet görüşünün olduğunu savunmuştur.

Özellikleri

Jules-Alexandre Grün'ün The End of Dinner (1913) adlı kitabı. Sofra adabının ve diğer görgü kurallarının ve kendine hakim olmanın ortaya çıkışı Norbert Elias tarafından The Civilizing Process (1939) adlı kitabında uygar toplumun bir özelliği olarak sunulmuştur.

V. Gordon Childe gibi sosyal bilimciler, bir medeniyeti diğer toplum türlerinden ayıran bir dizi özellik belirlemiştir. Medeniyetler geçim kaynakları, geçim türleri, yerleşim şekilleri, yönetim biçimleri, sosyal tabakalaşma, ekonomik sistemler, okuryazarlık ve diğer kültürel özellikleriyle ayırt edilmiştir. Andrew Nikiforuk, "uygarlıkların zincirlenmiş insan kaslarına dayandığını" savunmaktadır. Ekin ekmek, imparatorları giydirmek ve şehirler inşa etmek için kölelerin enerjisi gerekiyordu" diyor ve köleliği modern öncesi uygarlıkların ortak bir özelliği olarak görüyor.

Peru'daki bazı erken dönem uygarlıkların deniz kaynaklarına bağımlı olması dışında, tüm uygarlıklar geçimlerini sağlamak için tarıma bağımlı olmuştur.

Geleneksel "artı modeli", özellikle insanlar suni gübreleme, sulama ve ürün rotasyonu gibi yoğun tarım teknikleri kullandıklarında, tahıl tarımının birikmiş depolama ve gıda fazlası ile sonuçlandığını varsayar. Bahçe bitkileri üretimini biriktirmek mümkün ancak daha zordur ve bu nedenle bahçe bitkileri yetiştiriciliğine dayalı uygarlıklar çok nadir görülmüştür. Tahıl fazlası özellikle önemli olmuştur çünkü tahıl uzun süre depolanabilir.

Journal of Political Economy'de yer alan bir araştırma, artık modeliyle çelişmektedir. Bahçe tarımının tahıl tarımından daha verimli olduğunu öne sürmektedir. Ancak, yıllık hasada el konulabilmesi nedeniyle sadece tahıl tarımı uygarlık üretmiştir. Yalnızca tahıl yetiştirebilen kırsal nüfus vergilendirilebilir, bu da vergilendirici bir elit ve kentsel gelişime olanak tanır. Bu aynı zamanda kırsal nüfus üzerinde olumsuz bir etki yaratarak çiftçi başına düşen tarımsal hasılayı artırmıştır. Tarımsal verimlilik gıda fazlası yaratmış ve kırsal nüfus artışını kentsel büyüme lehine azaltarak gıda fazlasını sürdürmüştür. Yüksek verimli kök ve yumru köklerin uygunluğu aslında devletlerin ortaya çıkmasını engelleyen ve ekonomik kalkınmayı sekteye uğratan bir bolluk lanetiydi.

Gıda fazlası, bazı insanların geçimlerini sağlamak için gıda üretmenin yanı sıra başka işler de yapmalarına olanak tanır: ilk uygarlıklarda askerler, zanaatkârlar, rahipler ve rahibeler ve uzmanlaşmış kariyerleri olan diğer insanlar vardı. Gıda fazlalığı işbölümüne ve daha çeşitli insan faaliyetlerine yol açar ki bu da medeniyetlerin belirleyici bir özelliğidir. Bununla birlikte, bazı yerlerde avcı-toplayıcılar, Kuzeybatı Pasifik'in bazı yerli halkları ve belki de Mezolitik Natufian kültürü sırasında olduğu gibi, gıda fazlasına erişebilmiştir. Gıda fazlalığının ve nispeten büyük ölçekli sosyal örgütlenme ve iş bölümünün bitki ve hayvan evcilleştirmeden önce gerçekleşmiş olması mümkündür.

Medeniyetler diğer toplumlardan belirgin şekilde farklı yerleşim modellerine sahiptir. "Uygarlık" kelimesi bazen basitçe "şehirlerde yaşamak" olarak tanımlanır. Çiftçi olmayanlar çalışmak ve ticaret yapmak için şehirlerde toplanma eğilimindedir.

Diğer toplumlarla karşılaştırıldığında, medeniyetler daha karmaşık bir siyasi yapıya, yani devlete sahiptir. Devlet toplumları diğer toplumlara göre daha tabakalıdır; sosyal sınıflar arasında daha büyük bir fark vardır. Normalde şehirlerde yoğunlaşan yönetici sınıf, artığın büyük bir kısmı üzerinde kontrol sahibidir ve iradesini bir hükümet ya da bürokrasinin eylemleri aracılığıyla uygular. Bir çatışma teorisyeni olan Morton Fried ve bir entegrasyon teorisyeni olan Elman Service, insan kültürlerini siyasi sistemler ve sosyal eşitsizlik temelinde sınıflandırmıştır. Bu sınıflandırma sistemi dört kategori içermektedir

  • Genellikle eşitlikçi olan avcı-toplayıcı gruplar.
  • Genellikle iki kalıtsal sosyal sınıfın bulunduğu bahçecilik/pastoral toplumlar; şef ve ortakçı.
  • Kral, soylular, özgürler, serfler ve köleler gibi çeşitli kalıtsal sosyal sınıfların bulunduğu yüksek derecede tabakalaşmış yapılar ya da şeflikler.
  • Karmaşık sosyal hiyerarşilere ve organize, kurumsal hükümetlere sahip medeniyetler.

Ekonomik açıdan medeniyetler, daha az organize olmuş toplumlara kıyasla daha karmaşık mülkiyet ve mübadele modelleri sergiler. Tek bir yerde yaşamak, insanların göçebe insanlara kıyasla daha fazla kişisel mülk biriktirmesine olanak tanır. Bazı insanlar ayrıca toprak mülkiyeti ya da toprağın özel mülkiyeti edinir. Uygarlıklardaki insanların bir kısmı kendi yiyeceklerini yetiştirmedikleri için, mal ve hizmetlerini bir pazar sisteminde yiyecek karşılığında takas etmeli ya da nüfusun yiyecek üreten kesiminden haraç, yeniden dağıtıcı vergilendirme, gümrük vergisi ya da ondalık yoluyla yiyecek almalıdırlar. İlk insan kültürleri, sınırlı takas sistemleriyle desteklenen bir armağan ekonomisiyle işliyordu. Erken Demir Çağı'na gelindiğinde, çağdaş uygarlıklar giderek karmaşıklaşan işlemler için bir değişim aracı olarak parayı geliştirmiştir. Bir köyde çömlekçi bira üreticisi için bir çömlek yapar ve bira üreticisi de çömlekçiye belli bir miktar bira vererek karşılığını alır. Bir şehirde çömlekçinin yeni bir çatıya, çatı ustasının yeni ayakkabılara, ayakkabıcının yeni nallara, demircinin yeni bir paltoya ve tabakçının yeni bir tencereye ihtiyacı olabilir. Bu insanlar birbirlerini şahsen tanımıyor olabilirler ve ihtiyaçları aynı anda ortaya çıkmayabilir. Para sistemi, bu yükümlülüklerin yerine getirilmesini sağlamak için bunları organize etmenin bir yoludur. İlk parasallaşmış uygarlıklardan bu yana, parasal sistemlerin tekelci kontrolleri sosyal ve siyasi elitlerin yararına olmuştur.

Daha basit ekonomilerden daha karmaşık ekonomilere geçiş, halkın yaşam standartlarında mutlaka bir iyileşme anlamına gelmez. Örneğin, Orta Çağ genellikle Roma İmparatorluğu'ndan bir gerileme dönemi olarak tasvir edilse de, araştırmalar Orta Çağ'da (MS 500 ila 1500 yılları arası) erkeklerin ortalama boyunun, önceki Roma İmparatorluğu ve onu takip eden Erken Modern Dönem'de (MS 1500 ila 1800 yılları arası) erkeklerden daha uzun olduğunu göstermiştir. Ayrıca, 19. yüzyılda Kuzey Amerika'nın Ova Kızılderilileri, "medeni" Amerikalı ve Avrupalı meslektaşlarından daha uzundu. Bir nüfusun ortalama boyu, başta gıda olmak üzere ihtiyaçlara erişim yeterliliğinin ve hastalıklardan uzaklığının iyi bir ölçüsüdür.

İlk olarak Sümer'deki insanlar tarafından geliştirilen yazı, uygarlığın bir özelliği olarak kabul edilir ve "karmaşık idari bürokrasilerin veya fetih devletinin yükselişine eşlik ettiği görülür". Tüccarlar ve bürokratlar doğru kayıtlar tutmak için yazıya güveniyorlardı. Para gibi, yazı da bir şehrin nüfusunun büyüklüğü ve birbirini şahsen tanımayan insanlar arasındaki ticaretin karmaşıklığı nedeniyle gerekliydi. Bununla birlikte, yazının uygarlık için her zaman gerekli olmadığı, farklı uzunluk ve renklerde düğümlenmiş iplerden oluşan karmaşık bir kayıt sistemi olan "Quipus" dışında hiç yazı kullanmayan ve yine de uygar bir toplum olarak işlev gören And Dağları'ndaki İnka uygarlığının gösterdiği gibi.

Antik Yunan filozofu ve bilim adamı Aristoteles

İşbölümü ve merkezi hükümet planlamasının da yardımıyla, uygarlıklar daha birçok farklı kültürel özellik geliştirmiştir. Bunlar arasında organize din, sanatta gelişme ve bilim ve teknolojide sayısız yeni ilerlemeler yer almaktadır.

Tarih boyunca başarılı uygarlıklar yayılmış, gittikçe daha fazla bölgeyi ele geçirmiş ve daha önce uygar olmayan daha fazla insanı asimile etmiştir. Bununla birlikte, bazı kabileler veya insanlar bugün bile medenileşmemiş olarak kalmaktadır. Bu kültürler kimileri tarafından "ilkel" olarak adlandırılmakta, kimileri tarafından ise aşağılayıcı bir terim olarak görülmektedir. "İlkel" bir şekilde bir kültürün "ilk" (Latince = primus) olduğunu, insanlığın doğuşundan bu yana değişmediğini ima eder, ancak bunun doğru olmadığı kanıtlanmıştır. Özellikle, günümüzün tüm kültürleri çağdaş olduğu için, bugünün sözde ilkel kültürleri hiçbir şekilde medeni olarak kabul ettiklerimizden önce gelmez. Antropologlar bugün bu halkları tanımlamak için "okuryazar olmayan" terimini kullanmaktadır.

Uygarlık, kolonizasyon, istila, din değiştirme, bürokratik kontrolün ve ticaretin yaygınlaştırılması ve okuma yazma bilmeyen halklara tarım ve yazının tanıtılması yoluyla yayılmıştır. Medeni olmayan bazı insanlar medeni davranışlara isteyerek uyum sağlayabilir. Ancak uygarlık aynı zamanda uygarlığın getirdiği teknik, maddi ve sosyal egemenlikle de yayılır.

Bir yönetimin hangi uygarlık seviyesine ulaştığına dair değerlendirmeler, ticaret ya da imalat kapasitelerine kıyasla tarımın göreceli öneminin, gücünün bölgesel uzantılarının, iş bölümünün karmaşıklığının ve kent merkezlerinin taşıma kapasitesinin karşılaştırılmasına dayanır. İkincil unsurlar arasında gelişmiş bir ulaşım sistemi, yazı, standartlaştırılmış ölçüm, para birimi, sözleşme ve haksız fiil temelli hukuk sistemleri, sanat, mimari, matematik, bilimsel anlayış, metalürji, siyasi yapılar ve organize din yer alır.

Geleneksel olarak, kayda değer askeri, ideolojik ve ekonomik güce ulaşmayı başaran yönetimler, kendi etki alanları dışında kalan diğer toplumlara veya insan gruplarına karşı kendilerini "medeni" olarak tanımlamış ve bu gruplara barbar, vahşi ve ilkel demiştir.

Kültürel kimlik

"Medeniyet" sadece toplumun kendisini değil, karmaşık bir toplumun kültürünü de ifade edebilir. Medeniyet olsun ya da olmasın her toplum, kendisini benzersiz kılan belirli bir dizi fikir ve geleneğe ve belirli bir dizi üretim ve sanata sahiptir. Medeniyetler, devlet temelli bir karar alma aygıtı, bir edebiyat, profesyonel sanat, mimari, organize din ve seçkinlerin korunmasıyla ilgili karmaşık eğitim, baskı ve kontrol geleneklerini içeren karmaşık kültürler geliştirme eğilimindedir.

Uygarlıkla ilişkili karmaşık kültür, diğer kültürlere yayılma ve onları etkileme, bazen de onları uygarlığın içinde asimile etme eğilimindedir (klasik bir örnek olarak Çin uygarlığı ve onun Kore, Japonya ve Vietnam gibi yakın uygarlıklar üzerindeki etkisi verilebilir). Birçok uygarlık aslında birçok ulusu ve bölgeyi içeren geniş kültürel alanlardır. Bir kişinin içinde yaşadığı uygarlık, o kişinin en geniş kültürel kimliğidir.

2011'deki savaş sırasında Libya'daki kültürel varlıkları korumak için Libya'da bulunan bir Mavi Kalkan Uluslararası misyonu.

İşte tam da bu kültürel kimliğin korunması ulusal ve uluslararası alanda giderek daha önemli hale gelmektedir. Uluslararası hukuka göre, Birleşmiş Milletler ve UNESCO ilgili kuralları oluşturmaya ve uygulamaya çalışmaktadır. Amaç, özellikle savaş ve silahlı çatışma durumlarında insanlığın kültürel mirasını ve aynı zamanda kültürel kimliği korumaktır. Blue Shield International Başkanı Karl von Habsburg'a göre, kültürel varlıkların yok edilmesi de psikolojik savaşın bir parçasıdır. Saldırının hedefi genellikle rakibin kültürel kimliğidir, bu nedenle sembolik kültürel varlıklar ana hedef haline gelir. Ayrıca özellikle hassas kültürel hafızanın (müzeler, arşivler, anıtlar vb.), yetişmiş kültürel çeşitliliğin ve bir devletin, bölgenin ya da topluluğun ekonomik temelinin (turizm gibi) yok edilmesi de amaçlanmaktadır.

Birçok tarihçi bu geniş kültürel alanlara odaklanmış ve medeniyetleri ayrı birimler olarak ele almıştır. Yirminci yüzyılın başlarında yaşamış olan filozof Oswald Spengler, birçoklarının "medeniyet" olarak adlandırdığı şey için Almanca Kultur, yani "kültür" kelimesini kullanmıştır. Spengler, bir medeniyetin tutarlılığının tek bir birincil kültürel sembole dayandığına inanıyordu. Kültürler doğum, yaşam, gerileme ve ölüm döngüleri yaşar ve çoğu zaman yerini yeni bir kültürel sembol etrafında şekillenen güçlü bir yeni kültüre bırakır. Spengler, uygarlığın bir kültürün düşüşünün başlangıcı olduğunu "gelişmiş bir insanlık türünün yapabileceği en dışsal ve yapay durum" olarak ifade eder.

Bu "birleşik kültür" medeniyet kavramı, yirminci yüzyılın ortalarında tarihçi Arnold J. Toynbee'nin teorilerini de etkilemiştir. Toynbee, 21 uygarlığın ve beş "tutuklanmış uygarlığın" yükselişinin ve çoğu durumda düşüşünün izini süren çok ciltli A Study of History adlı eserinde uygarlık süreçlerini incelemiştir. Toynbee'ye göre medeniyetler genellikle, salt ekonomik veya çevresel nedenlerden ziyade, ahlaki veya dini gerileme yoluyla "yaratıcı bir azınlığın" bazı önemli zorlukların üstesinden gelememesi nedeniyle gerilemiş ve çökmüştür.

Samuel P. Huntington medeniyeti "insanların en yüksek kültürel gruplaşması ve insanları diğer türlerden ayıranın dışında insanların sahip olduğu en geniş kültürel kimlik düzeyi" olarak tanımlamaktadır. Huntington'ın medeniyetler hakkındaki teorileri aşağıda tartışılmaktadır.

Karmaşık sistemler

Persepolis'teki Apadana'da birleşmiş Medler ve Perslerin tasviri.

Sistem teorisinden yararlanan bir başka teorisyen grubu ise uygarlığı karmaşık bir sistem, yani bir grup nesnenin birlikte çalışarak bir sonuç üretmesini analiz eden bir çerçeve olarak ele alır. Uygarlıklar, kent öncesi kültürlerden ortaya çıkan ve aralarındaki ekonomik, siyasi, askeri, diplomatik, sosyal ve kültürel etkileşimlerle tanımlanan kent ağları olarak görülebilir. Herhangi bir organizasyon karmaşık bir sosyal sistemdir ve bir medeniyet büyük bir organizasyondur. Sistem teorisi, medeniyetlerin incelenmesi ve tanımlanmasında yüzeysel ve yanıltıcı analojilere karşı korunmaya yardımcı olur.

Sistem teorisyenleri, ekonomik ilişkiler, kültürel alışverişler ve siyasi/diplomatik/askeri ilişkiler de dahil olmak üzere şehirler arasındaki birçok ilişki türünü inceler. Bu alanlar genellikle farklı ölçeklerde gerçekleşir. Örneğin, ticaret ağları on dokuzuncu yüzyıla kadar kültürel alanlardan ya da siyasi alanlardan çok daha büyüktü. Orta Asya'dan geçen İpek Yolu ve Roma İmparatorluğu, Pers İmparatorluğu, Hindistan ve Çin'i birbirine bağlayan Hint Okyanusu deniz yolları da dahil olmak üzere geniş ticaret yolları, 2000 yıl önce bu medeniyetler neredeyse hiçbir siyasi, diplomatik, askeri veya kültürel ilişkiyi paylaşmazken iyi bir şekilde kurulmuştur. Bu tür uzun mesafeli ticaretin ilk kanıtı antik dünyadadır. Guillermo Algaze, Uruk döneminde ticari ilişkilerin Mısır, Mezopotamya, İran ve Afganistan'ı birbirine bağladığını ileri sürmüştür. Daha sonra Ur'daki Kraliyet Mezarlığı'nda bulunan reçinenin Mozambik'ten kuzeye doğru ticaretinin yapıldığı öne sürülmektedir.

Pek çok kuramcı, küreselleşme olarak bilinen bir süreçle tüm dünyanın tek bir "dünya sistemi" içinde bütünleştiğini savunmaktadır. Dünyanın dört bir yanındaki farklı medeniyetler ve toplumlar ekonomik, siyasi ve hatta kültürel olarak birçok yönden birbirlerine bağımlıdır. Bu entegrasyonun ne zaman başladığı ve ne tür bir entegrasyonun - kültürel, teknolojik, ekonomik, siyasi veya askeri-diplomatik - bir medeniyetin boyutunu belirlemede anahtar gösterge olduğu konusunda tartışmalar vardır. David Wilkinson, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarının ekonomik ve askeri-diplomatik entegrasyonunun, M.Ö. 1500 civarında "Merkezi Uygarlık" olarak adlandırdığı şeyin yaratılmasıyla sonuçlandığını öne sürmüştür. Merkezi Uygarlık daha sonra tüm Orta Doğu ve Avrupa'yı kapsayacak şekilde genişlemiş ve on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Amerika, Avustralya, Çin ve Japonya'yı da içine alarak Avrupa kolonizasyonu ile küresel bir ölçeğe yayılmıştır. Wilkinson'a göre medeniyetler, Merkezi Medeniyet gibi kültürel açıdan heterojen ya da Japon medeniyeti gibi homojen olabilir. Huntington'ın "medeniyetler çatışması" olarak adlandırdığı şey, Wilkinson tarafından tek bir küresel medeniyet içindeki kültürel alanların çatışması olarak nitelendirilebilir. Diğerleri ise küreselleşmenin ilk adımı olarak Haçlı hareketine işaret etmektedir. Daha geleneksel bakış açısı ise toplum ağlarının antik çağlardan bu yana genişleyip daraldığı ve mevcut küreselleşmiş ekonomi ve kültürün yakın dönem Avrupa sömürgeciliğinin bir ürünü olduğu yönündedir.

Tarih

Art arda gelen medeniyetlerden oluşan insanlık tarihi olgusu tamamıyla moderndir. Avrupa Keşif Çağında ortaya çıkan modernlik, "Yeni Dünya"'nın kültürlerinin Neolitik ve Mezolitik dönemleri ile tam bi zıtlık teşkil eder ve karmaşık devletlerin tarih öncesi çağlarda ortaya çıktığını anlatır. Günümüzde kullanıldığı şekliyle uygarlık, merkezileşme, toplumsal tabakalaşma ve iş bölümünün olduğu kompleks bir devlet sistemi olarak, yaklaşık M.Ö 3000 yıllarında erken Bronz Çağı'nda Bereketli Hilal'de ortaya çıkmış olan ilk imparatorlukların tanımına uyar. Gordon Childe uygarlığın ortaya çıkışını arka arkaya gerçekleşen iki devrimden kaynaklandığı şekilde tanımlar: göçebe olmayan toplumların ortaya çıkmasına neden olan Neolitik Devrim ve Kentsel Devrim.

Kentsel Devrim

Neolitik dönem ilk başlarda, sürekli tarımın toprak verimliliğinin azalmasına yol açarak tarlaların yerleşim yerinden giderek daha uzakta işlenmesine neden olduğu ve nihayetinde yerleşim yerinin taşınmasını zorunlu kıldığı değişen geçimlik tarımla ilişkilendirilmiştir. Büyük yarı kurak nehir vadilerinde, yıllık sel baskınları her yıl toprağın verimliliğini yenileyerek nüfus yoğunluğunun önemli ölçüde artmasını sağlamıştır. Bu durum insanların evcilleştirilmiş hayvanları sadece et için değil aynı zamanda süt, yün, gübre, saban ve araba çekmek için de kullandığı ikincil ürün devrimini teşvik etmiştir - bu gelişme Avrasya Oecumene'sine yayılmıştır.

Erken neolitik teknoloji ve yaşam tarzı ilk olarak Batı Asya'da (örneğin Göbekli Tepe'de, M.Ö. 9.130'dan itibaren) ve daha sonra Çin'deki Sarı Nehir ve Yangtze havzalarında (örneğin Peiligang ve Pengtoushan kültürleri) kurulmuş ve daha sonra yayılmıştır. Mezopotamya, yaklaşık M.Ö. 10.000'den itibaren Neolitik Devrimin en erken gelişmelerinin yaşandığı ve 7.400 yıl öncesinden itibaren uygarlıkların geliştiği yerdir. Bu bölge "tekerleğin icadı, ilk tahıl ürünlerinin ekimi, ilk şehirlerin inşası ve el yazısının geliştirilmesi de dahil olmak üzere insanlık tarihindeki en önemli gelişmelerden bazılarına ilham kaynağı" olarak tanımlanmıştır. Benzer uygarlık öncesi "neolitik devrimler" M.Ö. 7.000'den itibaren kuzeybatı Güney Amerika (Norte Chico uygarlığı) ve Mezoamerika'da da bağımsız olarak başlamıştır.

8.2 Kiloyıl Kurak Olayı ve 5.9 Kiloyıl İnterpluvial, yarı kurak bölgelerin kurumasına ve çöllerin büyük ölçüde yayılmasına neden olmuştur. Bu iklim değişikliği, topluluklar arasındaki endemik şiddetin fayda-maliyet oranını değiştirmiş, duvarları olmayan köy topluluklarının terk edilmesine ve ilk uygarlıklarla ilişkilendirilen duvarlı şehirlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Mezoamerikan şehri Teotihuacan'ın kalıntıları

Bu "kentsel devrim", ekonomilerin ve şehirlerin gelişmesine yardımcı olan aktarılabilir fazlalıkların birikiminin başlangıcına işaret ediyordu. Devletin şiddet tekeli, bir asker sınıfının ortaya çıkışı ve endemik savaş, hiyerarşilerin hızlı gelişimi ve insan kurban etmenin ortaya çıkışı ile ilişkilendirilmiştir.

Uygar kentsel devrim ise yerleşikliğin gelişmesine, tahılların, bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesine, yerleşimlerin kalıcılığına ve belirli toplumsal kesimlerin ölçek ekonomilerini ve artı üretim birikimini kolaylaştıran yaşam tarzlarının geliştirilmesine bağlıydı. Karmaşık kültürlerden medeniyetlere geçiş, hala tartışmalı olsa da, gücün insan kurban eden elit bir yönetici sınıf tarafından daha da tekelleştirildiği devlet yapılarının gelişimiyle ilişkili görünmektedir.

Neolitik dönemin sonlarına doğru, M.Ö. 3600'lerden itibaren Mezopotamya'dan başlayarak çeşitli "beşiklerde" çeşitli elitist Kalkolitik uygarlıklar yükselmeye başlamış ve Tunç Çağı boyunca büyük ölçekli imparatorluklara dönüşmüştür (Akad İmparatorluğu, Eski Mısır Krallığı, Yeni Sümer İmparatorluğu, Eski Asur İmparatorluğu, Babil İmparatorluğu, Hitit İmparatorluğu ve bir dereceye kadar Elamlılar, Hurriler, Amoritler ve Ebla'nın toprak genişlemeleri).

Daha sonraki bir gelişme Kolomb Öncesi Amerika'da bağımsız olarak gerçekleşmiştir. Peru kıyılarındaki Norte Chico uygarlığında kentleşme M.Ö. 3200'lerde ortaya çıkmıştır; Guatemala'da bulunan bilinen en eski Maya kenti M.Ö. 750'lere tarihlenmektedir ve Meksika'daki Teotihuacan MS 350'de yaklaşık 125.000 nüfusuyla dünyanın en büyük kentlerinden biriydi.

Mesoamerika kenti Teotihuacan Harabeleri

Eksenel Çağ

Bronz Çağının Çöküşünü, M.Ö. 1200 yıllarında Demir Çağı izledi. M.Ö 8. ve 3. yüzyıllar arasına denk gelen ve klasik medeniyetlere geçişteki önemli bir safha olarak gösterilen bu dönem, Karl Jaspers tarafından Axial Çağ olarak adlandırılmaktadır ve bu dönemde birçok yeni medeniyet ortaya çıkmıştır. William Hardy McNeill, tarihteki bu dönemin, daha önce ayrı olan uygarlıklar arasındaki kültürel iletişimin ekümenin sonunu getirdiği ve paranın yayılması, daha büyük imparatorluklar ve yeni dinler ile ilişkilendirilen Çin'den Akdeniz'e kadar sosyal değişimi hızlandırmış olan bir dönem olduğunu söyler. Bu görüş yakın zaman içinde Christopher Chase-Dunn ve diğer dünya sistem teorisyenleri tarafından taçlandırılmıştır.

Modernite

Modernliğe doğru büyük bir dönüşüm M.S. 1500 yıllarında Batı Avrupa'da başladı ve bu başlangıç ile bilim ve hukuk ile ilgili yeni yaklaşımlar, ilk kültürleri o günün endüstriyel ve teknolojik uygarlıkları ile bütünleştirecek şekilde, bütün dünyada hızlı bir şekilde yayıldı.

Uygarlıkların çöküşü

Uygarlıklar geleneksel olarak iki şekilde sona erer; ya genişleyen başka bir uygarlığa dahil olarak (örneğin Eski Mısır'ın Helenistik Yunan ve ardından Roma uygarlıklarına dahil olması gibi) ya da Karanlık Çağlar olarak adlandırılan dönemde olduğu gibi çökerek ve daha basit bir yaşam biçimine geri dönerek.

Medeniyetin çöküşü için birçok açıklama ortaya atılmıştır. Bazıları tarihsel örneklere, diğerleri ise genel teoriye odaklanmıştır.

  • İbn Haldûn'un Mukaddime'si İslam medeniyetinin analizi, büyümesi ve gerilemesine ilişkin teorileri etkilemiştir. Göçebe halklardan gelen tekrarlanan istilaların gelişmeyi sınırladığını ve sosyal çöküşe yol açtığını öne sürmüştür.
    Barbar istilaları Roma İmparatorluğu'nun çöküşünde önemli bir rol oynamıştır.
  • Edward Gibbon'un Roma İmparatorluğu'nun Gerileyişi ve Çöküşü adlı eseri, Roma medeniyetinin çöküşüne dair iyi bilinen ve ayrıntılı bir analizdir. Gibbon, Roma'nın çöküşünün son perdesinin Konstantinopolis'in MS 1453'te Osmanlı Türklerinin eline geçmesi olduğunu öne sürmüştür. Gibbon'a göre, "Roma'nın çöküşü, ölçüsüz büyüklüğün doğal ve kaçınılmaz sonucuydu. Refah, çürüme ilkesini olgunlaştırdı; yıkımın nedeni, fethin kapsamıyla birlikte çoğaldı; ve zaman ya da kaza yapay destekleri ortadan kaldırır kaldırmaz, muazzam yapı kendi ağırlığının baskısına boyun eğdi. Yıkımın öyküsü basit ve açıktır; ve Roma İmparatorluğu'nun neden yıkıldığını sorgulamak yerine, bu kadar uzun süre ayakta kalmasına şaşırmalıyız".
  • Theodor Mommsen Roma Tarihi adlı eserinde Roma'nın MS 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşüyle birlikte çöktüğünü öne sürmüş ve ayrıca "oluşum", "büyüme", "yaşlanma", "çöküş" ve "çürüme" gibi biyolojik bir analojiye yönelmiştir.
  • Oswald Spengler, Batı'nın Çöküşü adlı eserinde Petrarch'ın kronolojik ayrımını reddetmiş ve sadece sekiz "olgun uygarlık" olduğunu öne sürmüştür. Büyüyen kültürlerin emperyalist uygarlıklara dönüşme eğiliminde olduğunu, bu uygarlıkların genişlediğini ve nihayetinde çöktüğünü, demokratik yönetim biçimlerinin plütokrasiye ve nihayetinde emperyalizme yol açtığını ileri sürmüştür.
  • Arnold J. Toynbee, A Study of History adlı eserinde, az sayıda tutuklanmış uygarlık da dahil olmak üzere çok daha fazla sayıda uygarlık olduğunu ve tüm uygarlıkların Mommsen tarafından tanımlanan döngüden geçme eğiliminde olduğunu öne sürmüştür. Bir uygarlığın çöküşünün nedeni, kültürel bir elitin asalak bir elit haline gelerek iç ve dış proletaryanın yükselişine yol açmasıdır.
  • Joseph Tainter The Collapse of Complex Societies (Karmaşık Toplumların Çöküşü) adlı kitabında karmaşıklığın azalan getirileri olduğunu, bu nedenle devletler izin verilen maksimum karmaşıklığa ulaştıkça, daha fazla artış aslında negatif bir getiri sağladığında düşüşe geçeceklerini öne sürmüştür. Tainter, Roma'nın bu rakama MS 2. yüzyılda ulaştığını öne sürmüştür.
  • Jared Diamond 2005 tarihli Çöküş adlı kitabında: How Societies Choose to Fail or Succeed adlı kitabında incelenen 41 kültürün çöküşü için beş ana neden öne sürmektedir: ormansızlaşma ve toprak erozyonu gibi çevresel zararlar; iklim değişikliği; ihtiyaç duyulan kaynaklar için uzun mesafeli ticarete bağımlılık; savaş veya istila gibi artan iç ve dış şiddet seviyeleri; ve toplumun iç ve çevresel sorunlara verdiği tepkiler.
  • Peter Turchin Tarihsel Dinamikler adlı eserinde ve Andrey Korotayev ve diğerleri Sosyal Makrodinamiklere Giriş, Seküler Döngüler ve Bin Yıllık Eğilimler adlı eserlerinde tarımsal uygarlıkların çöküşünü açıklayan bir dizi matematiksel model önermektedir. Örneğin Turchin'in "mali-demografik" modelinin temel mantığı şu şekilde özetlenebilir: sosyodemografik döngünün ilk aşamasında kişi başına üretim ve tüketimin nispeten yüksek seviyelerde olduğunu gözlemleriz, bu da sadece nispeten yüksek nüfus artış oranlarına değil, aynı zamanda nispeten yüksek üretim fazlası oranlarına da yol açar. Sonuç olarak, bu aĢamada nüfus büyük sorunlar yaĢamadan vergi ödeyebilir, vergiler kolaylıkla tahsil edilebilir ve nüfus artıĢına devlet gelirlerinin artıĢı eĢlik eder. Ara aĢamada, artan nüfus kiĢi baĢına üretim ve tüketim seviyelerinin düĢmesine neden olur, vergi toplamak gittikçe zorlaĢır ve devlet gelirleri artmazken, devlet tarafından kontrol edilen nüfusun artmasına bağlı olarak devlet harcamaları artar. Sonuç olarak, bu aşamada devlet önemli mali sorunlar yaşamaya başlar. Çöküş öncesi son aşamalarda aşırı nüfus kişi başına üretimin daha da düşmesine yol açar, üretim fazlası daha da azalır, devlet gelirleri azalır, ancak devlet artan (ancak giderek daha düşük oranlarda) nüfusu kontrol etmek için giderek daha fazla kaynağa ihtiyaç duyar. Nihayetinde bu durum kıtlıklara, salgın hastalıklara, devletin çöküşüne, demografik ve uygarlığın çöküşüne yol açar (Peter Turchin. Tarihsel Dinamikler. Princeton University Press, 2003:121-127; Andrey Korotayev et al. Secular Cycles and Millennial Trends. Moskova: Rusya Bilimler Akademisi, 2006).
  • Peter Heather, The Fall of the Roman Empire: a New History of Rome and the Barbarians (Roma İmparatorluğu'nun Çöküşü: Roma ve Barbarların Yeni Tarihi) adlı kitabında bu uygarlığın ahlaki ya da ekonomik nedenlerle değil, sınır ötesinde barbarlarla yüzyıllarca süren temasların onları daha sofistike ve tehlikeli bir düşman haline getirerek kendi düşmanını yaratması nedeniyle sona erdiğini savunmaktadır. Roma'nın ilk kez sahada tekrar tekrar yenilgiye uğrayan ordularını donatmak ve yeniden teçhiz etmek için daha fazla gelir elde etmesi gerektiği gerçeği, İmparatorluğun parçalanmasına yol açmıştır. Bu argüman Roma'ya özgü olsa da, Mısırlıların Asya İmparatorluğu'na, Çin'in Han ve Tang hanedanlıklarına, Müslüman Abbasi Halifeliği'ne ve diğerlerine de uygulanabilir.
  • Bryan Ward-Perkins, The Fall of Rome and the End of Civilization (Roma'nın Çöküşü ve Uygarlığın Sonu) adlı kitabında, bunu küçümseyen bazı tarihçilerin aksine, çoğunlukla arkeolojik kanıtlara dayanarak Batı Avrupa'da Roma uygarlığının çöküşünün nüfusun yaşam standartları üzerinde zararlı etkileri olduğunu savunmaktadır. Karmaşık toplumun çöküşü, elit kesim için temel su tesisatının bile 1000 yıl boyunca kıtadan kaybolması anlamına geliyordu. Benzer etkiler Doğu Akdeniz'de Geç Tunç Çağı'nın çöküşünden sonraki Karanlık Çağ, Mayaların çöküşü, Paskalya Adası ve başka yerler için de öne sürülmüştür.
  • Arthur Demarest, Ancient Maya: Bir Yağmur Ormanı Uygarlığının Yükselişi ve Çöküşü adlı kitabında, arkeoloji, paleoekoloji ve epigrafiden elde edilen en son kanıtlara bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşarak, tek bir açıklamanın yeterli olmadığını, ancak toprak verimliliğinin kaybı, kuraklık ve artan iç ve dış şiddet seviyeleri de dahil olmak üzere bir dizi düzensiz, karmaşık olayın Maya krallık saraylarının parçalanmasına yol açtığını ve bunun da bir düşüş ve çürüme sarmalını başlattığını savunmaktadır. Mayaların çöküşünün günümüz uygarlığı için dersler içerdiğini savunuyor.
  • Jeffrey A. McNeely yakın zamanda "tarihsel kanıtların gözden geçirilmesinin geçmiş uygarlıkların ormanlarını aşırı sömürme eğiliminde olduklarını ve önemli kaynakların bu şekilde kötüye kullanılmasının aşırı sömüren toplumun çöküşünde önemli bir faktör olduğunu gösterdiğini" öne sürmüştür.
  • Thomas Homer-Dixon, The Upside of Down: Catastrophe, Creativity, and the Renewal of Civilization adlı kitabında, yatırımların enerji getirisindeki düşüşü ele almaktadır. Harcanan enerjinin enerji verimine oranı, uygarlıkların hayatta kalmasını sınırlandırmada merkezi bir öneme sahiptir. Sosyal karmaşıklığın derecesi, çevresel, ekonomik ve teknolojik sistemlerin izin verdiği harcanabilir enerji miktarı ile güçlü bir şekilde ilişkilidir. Bu miktar azaldığında uygarlıklar ya yeni enerji kaynaklarına erişmek zorunda kalacak ya da çökecektir.
  • Feliks Koneczny "Uygarlıkların Çoğulluğu Üzerine" adlı eserinde çalışmasını uygarlıklar bilimi olarak adlandırmaktadır. Medeniyetler çökmek zorunda oldukları ya da döngüsel veya "biyolojik" bir yaşam süreleri olduğu için çökmezler. Yakın zamanda çökmeye hazır olmayan iki eski uygarlık - Brahman-Hindu ve Çin - hala mevcuttur. Koneczny, uygarlıkların melezler halinde karıştırılamayacağını, çok gelişmiş bir uygarlık içinde eşit haklar verildiğinde daha aşağı bir uygarlığın onu aşacağını iddia etmiştir. Koneczny'nin medeniyetler üzerine yaptığı çalışmadaki iddialarından biri de "anormal" (abcivilized state) olarak adlandırdığı duruma düşmeden "bir kişinin iki veya daha fazla şekilde medeni olamayacağı "dır. Ayrıca, iki ya da daha fazla uygarlık yan yana var olduğunda ve yaşamsal oldukları sürece, kendi "toplumsal yaşamı düzenleme yöntemini" diğerine dayatarak varoluşsal bir mücadele içinde olacaklarını belirtmiştir. Yabancı "toplumsal yaşamı düzenleme yöntemini" yani medeniyeti özümsemek ve ona eşit haklar vermek bir çürüme ve ayrışma süreci doğurur.

Medeniyetlerin çöküşü ile ilgili birçok açıklama öne sürülmüştür. Bazıları tarihsel örneklere odaklanır, diğerleri ise genel teoriye.

Gelecek

Samuel P. Huntington'ın Medeniyetler Çatışması adlı siyasi hipotezine göre büyük medeniyetlerin dünya haritası.

Siyaset bilimci Samuel Huntington, 21. yüzyılın belirleyici özelliğinin bir medeniyetler çatışması olacağını ileri sürmüştür. Huntington'a göre medeniyetler arasındaki çatışmalar, 19. ve 20. yüzyılları karakterize eden ulus-devletler ve ideolojiler arasındaki çatışmaların yerini alacaktır. Ronald Inglehart ve Pippa Norris, Müslüman dünyası ile Batı arasındaki "gerçek medeniyetler çatışmasının" siyasi ideoloji farklılığından ziyade Müslümanların Batı'nın daha liberal cinsel değerlerini reddetmesinden kaynaklandığını ileri sürmüş, ancak bu hoşgörü eksikliğinin nihai olarak (gerçek) demokrasinin reddine yol açmasının muhtemel olduğunu belirtmişlerdir. Kimlik ve Şiddet'te Sen, insanların sadece din ve kültürle tanımlanan sözde bir "medeniyet" çizgisinde bölünüp bölünmemesi gerektiğini sorgulamaktadır. Bunun insanları oluşturan diğer birçok kimliği göz ardı ettiğini ve farklılıklara odaklanılmasına yol açtığını savunmaktadır.

Kültür Tarihçisi Morris Berman, Karanlık Çağlar Amerikası: İmparatorluğun Sonu adlı kitabında, kurumsal tüketimci Amerika Birleşik Devletleri'nde, bir zamanlar onu büyüklüğe iten faktörlerin -aşırı bireycilik, bölgesel ve ekonomik genişleme ve maddi zenginlik arayışı- Amerika Birleşik Devletleri'ni çöküşün kaçınılmaz olduğu kritik bir eşiğe ittiğini öne sürüyor. Politik olarak aşırı erişimle ilişkilendirilen ve çevresel tükenme ile zengin ve fakir arasındaki zenginlik kutuplaşmasının bir sonucu olarak, mevcut sistemin devasa açıklar ve içi boşaltılmış bir ekonomi ile devam etmesinin fiziksel, sosyal, ekonomik ve politik olarak imkansız olduğu bir duruma hızla yaklaştığı sonucuna varıyor. Çok daha derinlemesine geliştirilmiş olsa da Berman'ın tezi bazı açılardan, Birleşik Devletler kültürünün beş temel direğinin ciddi bir çürüme içinde olduğunu savunan Şehir Plancısı Jane Jacobs'un tezine benzemektedir: toplum ve aile; yüksek eğitim; bilimin etkin bir şekilde uygulanması; vergilendirme ve hükümet; ve öğrenilmiş mesleklerin kendi kendini düzenlemesi. Jacobs'a göre bu sütunların aşınması, çevresel kriz, ırkçılık ve zengin ile fakir arasında giderek büyüyen uçurum gibi toplumsal hastalıklarla bağlantılıdır.

Kültür eleştirmeni ve yazar Derrick Jensen, modern uygarlığın özünde zararlı, sürdürülemez ve kendi kendini yok edici bir şekilde çevreye ve insanlığın kendisine hükmetmeye yöneldiğini savunmaktadır. Tanımını hem dilbilimsel hem de tarihsel olarak savunan Jensen, medeniyeti "şehirlerin büyümesine hem yol açan hem de bu büyümeden doğan bir kültür" olarak tanımlamakta ve "şehirleri" de "insanların gıda ve diğer yaşam ihtiyaçlarının rutin olarak ithal edilmesini gerektirecek kadar yüksek yoğunlukta bir yerde az ya da çok kalıcı olarak yaşaması" olarak tanımlamaktadır. Uygarlıkların giderek daha fazla kaynak ithal etme ihtiyacının, kendi yerel kaynaklarını aşırı sömürmelerinden ve azaltmalarından kaynaklandığını savunur. Bu nedenle, medeniyetler doğaları gereği emperyalist ve yayılmacı politikalar benimsemekte ve bunları sürdürmek için de son derece militarize, hiyerarşik olarak yapılandırılmış ve baskıya dayalı kültürler ve yaşam tarzları benimsemektedirler.

Kardashev ölçeği uygarlıkları teknolojik ilerleme düzeylerine göre sınıflandırır, özellikle de bir uygarlığın kullanabildiği enerji miktarıyla ölçülür. Ölçek sadece varsayımsaldır, ancak enerji tüketimini kozmik bir perspektife oturtmaktadır. Kardashev ölçeği, şu anda var olduğu bilinen uygarlıklardan teknolojik olarak çok daha ileri uygarlıklar için hükümler koymaktadır.

İnsan olmayan uygarlıklar

Mevcut bilimsel uzlaşı, insanoğlunun Dünya üzerinde ortaya çıkmış medeniyetler yaratabilecek bilişsel yeteneğe sahip tek hayvan türü olduğu yönündedir. Bununla birlikte, yakın tarihli bir düşünce deneyi olan Silüryen hipotezi, kuaternerden önceki dönemlere ilişkin jeolojik bilgilerin yetersizliği göz önüne alındığında, "jeolojik kayıtlarda endüstriyel bir uygarlığı tespit etmenin mümkün olup olmayacağını" değerlendirmektedir.

Gökbilimciler, genellikle Drake denkleminin varyantlarını kullanarak Samanyolu galaksisi içinde ve ötesinde iletişim kuran akıllı uygarlıkların varlığı hakkında spekülasyonlar yaparlar. Ayrıca bu tür zekâlar için araştırmalar da yapıyorlar - örneğin "teknosignature" adı verilen teknolojik izler için. Önerilen proto-bilimsel alan "ksenoarkeoloji", eğer keşfedilir ve bilimsel olarak doğrulanırsa, uzaylı toplumların geçmiş yaşamlarını yeniden inşa etmek ve yorumlamak için insan olmayan medeniyetlerin eser kalıntılarının incelenmesiyle ilgilidir.